KONUK KOÇ KESİLEREK AĞIRLANIRDI
İnanılacak gibi değil ama aynen böyleydi...
Eskiden köylerde herhangi bir haneye konuk olsanız; sizleri en iyi şekilde ağırlardı...
Mal-melal konusunda durumu iyi olan ya bir toklu keser, yada bir koç keserdi...
Varlık durumu biraz düşük olan ise, en azından bir horoz keserdi.
Yani kısacası o günleri yaşamayanlar belki inanmayacaklar ama inanın eskiden köylerde bir bereket vardı...
Ve konuklar 'et yedirilerek' ağırlanırdı...
Örneğin buna geçmişten bir örnek vereceğim ama izniniz olursa "Durup dururken bu konuda nereden aklına geldi?" sorusunu siz sormadan hemen ben söyleyivereyim...
Gıda-Tarım ve Hayvancılık Bakanı: Ahmet Eşref Fakıbaba'nın "300 koyun dağıtacağız" sözünden etkilendim...
Yine dün bir sohbet sırasında Dereli-Yuva köyünden Fatih Erhan ile sohbet ederken, Fatih sohbetimizin bir bölümünde bana;
"Hocam, siz gibi ileri yaşlılar eskiden köylerin daha bereketli ve daha neşeli olduğunu söylüyorlar. Üstelik çocuktum ama azda olsa bende hatırlıyorum. Tekrar eski haline döndürme imkanı yok mudur köylerimizi sizce?" sözü beni birdenbire çook-çok eskilere götürüverdi...
Birdenbire 1975 yıllarına iniverdim!...
O yıl; ülkede 'genel nüfus sayımı' vardı...
Ve benimle birlikte ilçenin Tapu memuru (Tapucu) Hasan'la Yuva köyünü birlikte sayacaktık.. (Bizimle birlikte olan ve komşu köyün sayımını yapacak birisi daha vardı ama ismini hatırlayamadım)
Her neyse...
Sayım görevlisi olarak Yuva köyüne çıktık...
Akşama daha yaklaşık bir-iki saat var ve hava bir o kadar güzel.
Köyün manzarası dersen; hava durumundan daha da güzel!...
Akşam güneşi köyün üzerine o kadar güzel vuruyor ki!
Koyun ve kuzuların melemeleri birbirine karışarak, öylesine güzel bir armoni oluşturuyor ki!
İnsan; akşam güneşinin hiç batmamasını istiyor!
Koyun ve kuzular sabaha kadar birlikte melesin istiyor!
Temiz hava ve oksijen dersen; ölen adamı yeniden diriltiyor!
Velhasıl-kerim her şey yerinde ve keyfimiz iyi gidiyor...
Köyün muhtarı; İsmet Bayraktar'ın konuğuyuz..
Muhtar'ın asil bir duruşu olduğu kadar, aynı zamanda da gülücük ve tebessümlerini yüzünden hiç eksik etmiyor...
(paylaştığım görselde fotoğrafın en sağ başta ayakta duran ve şapkalı ve paltolu olan kişi muhtar İsmet)
Daha akşam olmadığı için, köyün manzarasını karşımıza almış (o günlerin gündemi neyse onun üzerine sohbet ediyoruz)
Derken birde ne görelim; evin harmanında Türkmeno Kazım (o gün tanıştık) koskoca bir koçu kesmiş ve derisini yüzüyor...
Akşam karanlığı çöktü ve muhtar İsmet bizi içeriye davet etti...
Muhtarın hanımı bir yandan küçük çocukları yönlendiriyor ve bir yandan da biz konuklarını en iyi şekilde ağırlamak için canhıraş akşam yemeği hazırlamanın çabası içinde...
Kuzinenin üzerinde büyük bir et kazanı fokur-fokur kaynarken ve öte yandan Kuzinenin fırınında kıpkırmızı kabuklu yayla patatesi kızartılıyor...
Yine ileride 'yer ateşinin' üzerinde ise bir sac üzerinde bir yandan da yufka evrilip-çevriliyor...
Bizler ise serin yayla havasına pek alışık olmadığımız için Kuzine etrafına oturmuş; hem ısınıyor ve hemde sohbet ediyoruz...
Derken 'yer sofrası' kuruluyor...
Ve büyük bir tepsi içerisinde (biraz önce tereyağ içerisinde fokur, fokur ses çıkararak kızaran et) sofranın üzerine geliyor...
Ve 'sini sofranın' üzerine biraz önce sac üzerinde pişirilen 'Yufka Ekmekler' diziliyor...
(Ancak o sıralar ben bizim yüksek köylerde -sac ekmeği- yerine yufka ekmeği yenildiğini bilmediğim için sofraya konulacak ekmeği bekliyorum. Ancak benim bu bilmez halimi İsmet muhtar anlamış olacak ki;)
"Hocam, bizim ekmeğimiz yufka ekmeğidir. Buyur yiyebilirsiniz" deyince uyanıverdim...
Her neyse...
Küçük çocuklar 'yatmak' için odalarına çekilince, muhtar İsmet, sofranın ortasına büyük bir yeni rakı şişesini getirip koyuverdi ve; (keyifli bir gülücük attıktan sonra) "Eti mundar etmeyelim. Üstelik mideyi zora düşürmeyelim de suyunu-selini, ilacını gönderelim" diyerek, başladık sohbetli demlenmeye...
Sofrada; muhtar, ben, tapucu Hasan ve Hapan köyü öğretmeni Şaban Keser gece saat 02'lere kadar sohbet ettik...
Ve kazanda tereyağı ile pişirilen koskoca bir koçu yedik bitirdik!
Hatta (koskoca kazandaki eti yedik bitirdik, ancak değişiklik olsun diye olacak) Türkmeno Kazım, gece yarısı bir horoz kesti, pişirildi onu bile yedik...
Demem o ki; felekten bir gece çalıp, muhteşem bir gece geçirdik!
Özetleyerek sonlandıracak olursak;
Eskiden köylerde inanın bir bereket vardı...
En yoksul ailenin bile kapısında üç-beş tavuk, bir-iki inek ve en az birkaç toklu vardı...
Çok sıkışınca; çocukların ve konukların yemesi için ya bir horoz veya bir yumurtlamayan kısır tavuk kesilirdi...
Peki bunların şimdi hiçbirisi yok, nereye gitti?
Bu yaşamı kim ve kimler tüketti?
Şimdi yetkili ağızların söylediğine göre ülkemizde köyde yaşayan insan kalmadığı gibi var olanların sayısı da 7 milyon dolaylarında olduğu söyleniyor...
Bu da demek oluyor ki; köylerde 'köy işi' yapacak köylü kalmadı.
Köylü kalmadığı için hayvan yetiştiriciliği de kalmadı...
Zaten bu yüzden dışarıdan kurbanlık hayvan ve eti ithal etmiyor muyuz?
Canlı hayvan olmadığı için dışarıdan et ithal ediyor muyuz?
Ediyoruz...
E, hayvan olmadığına göre niye 'saman' ithal ediyoruz?
Bu bir çelişki değil mi?
Hele-hele Tarım ve Hayvancılık bakanlığının '300 koyun dağıtma' projesi. çelişkileri hepten ortaya çıkarmıyor mu?
Vallahi ben düşündüm-düşündüm işin içinden çıkamadım...
Birde siz düşünün; belki siz mantıklı bir çıkış yolu bulursunuz...
Ve bir parantez uyarısı (lütfen geçmişe yönelik anılarımdan bir kesit sundum diye yadırgamayın, anlatmak istediğim konuyla bütünlük sağlasın diye örnek vermek zorunda kaldım)
Umarım yanlış anlaşılmamıştır...
Bu haber 136 defa okunmuştur.